30 Aralık 2011 Cuma

not düşmek

ileride dönüp baktığımda "aa acaba neden yazıp yazıp bırakmışım? dememek için yazıyorum bunu.

canım sıkkın, keyfim yok. burasını günlük ya da ağlama duvarına çevirmek istemiyorum. ama ne zaman iki satır yazacak olsam arabeske bağlıyorum. ruh halim düzelince/düzelirse yazarım artık.

bu da kişisel tarihime düşülmüş bir not olsun böyle.

8 Kasım 2011 Salı

the kids are all right

bence bir sanat eserinin güzelliği, ona maruz kaldığınızda değil de üzerinden biraz zaman geçince anlaşılır. özellikle söz konusu olan sinemaysa. o kadar çok film var ki seyrederken bayıldığım ama salondan çıkar çıkmaz unutup gittiğim. o yüzden şunu tartmaya çalışıyorum: film izlerkenki ruh halim film bitmesine rağmen ortadan kalkmıyorsa, o film iyi filmdir.

filmi izlemeden evvel berbat eleştiriler okumuştum hakkında. insanlar neden etiketlere bu kadar takılırlar, hiç anlamam. bence bu film aileyle ilgiliydi temelde. ne kadar farklı, sorunlu, arızalı, boğucu ve hatta (özellikle de ergenseniz) bıktırıcı olsa da herkes sever aslında ailesini. ve aile öyle bir şeydir ki içindekiler nefes alamadıklarını hissetseler de o çemberin dışına çıkarlarsa boyunları bükük kalıverirler. ayrıca bu aile denen meretin öyle bir aurası vardır ki, onun sıcaklığını hisseden herkes o çemberin bir parçası olmak ister.

bu hislerin hepsi filmde o kadar güzel verilmiş ki benim bunların üzerine yazacağım her şey anlamsız olacak aslında. nic ve jules arasındaki ilişki örneğin (her ne kadar bu ilişkiyi eşcinsel ilişkileri de hetero kalıplarla açıklamaya çalışmakla suçlayan bazı sivriler olsa da ben bu argümana katılmıyorum). yılların yıpranmışlığının yanısıra, birlikte geçirilen bir ömrün getirdiği zamana direnen o güçlü, derin bağlar. ya da paul'ün "nasıl da sıradışı bir aileyiz" diyerek aslında kendisini ailenin bir parçası olarak gördüğünü söylemesi, yukarıda bahsettiğim o sıcaklığın büyüsüne kapılması. kendilerini bulmaya çalışan  çocukların hem bunalmaları hem de o bağın getirdiği güven duygusuna olan ihtiyaçları. sonuç olarak (belki de filmin kapanışında çalan mgmt şarkısının sözlerini de bu bağlamda yorumlamak gerekebilir) ailenin statik kalmaması, büyümesi, değişmesi ve mükemmel aile diye bir şeyin olmaması.

bilemiyorum, belki de halihazırda bu meselelere fazlaca kafa yormakta olduğumdan bu kadar etkiledi beni. komedi filmi olduğu iddia edilmesine rağmen itiraf ediyorum çoğu yerde gözümde yaşlarla seyrettim.

yeniden izlemek isteyeceğim filmlerden biri olduğu kesin. izleyin, izlettirin.

filmin soundtrackinde en sevdiğim ve yukarıda da bahsettiğim kapanış şarkısı gençliğinin kıymetini bilemeyenler için gelsin.


1 Kasım 2011 Salı

lost in translation

geçen gün sevdicekle konuşuyorduk da filmlerden, yönetmenlerden. tesadüfen konusu açıldı. pek sever lost in translation'u. ben de nedense pek sevmem. ona tam anlatamadım aslında neden sevmediğimi de sonradan düşündüm üzerine uzun uzun (gerçi benim pek haddime değil böyle oturup filmler hakkında ahkam kesmek ama neyse).

genel bir problem var insanlarda, köksüzleşmek. 2000'li yılların hastalığı diye düşünüyorum. görselliğin yazılı kültürü yenmesiyle, kültürel aktarımların artık yok olmaya yüz tutmasıyla alakalı büyük ölçüde. ya da dünya o kadar küçülüyor ki insanlar artık nereye ait olduklarını şaşıveriyorlar. tabi bütün bunları giderek yüceltilen bireycilikle de açıklamak mümkün herhalde, emin değilim. bu filmin ana teması da bu diyebiliriz (bence en azından). filmde iki yabancı, dünyanın öbür ucunda kendilerininkinden çok farklı bir kültürün içinde yapayalnız kalıyorlar. birbirlerine sığınıyorlar. film de bu sığınmanın öyküsü. o yüzden hem hüzünlü hem de sıcak, tatlı bir havası var.

buraya kadar bakınca iyi güzel de, bu "köksüz", "kalabalıklar içinde yalnız" insanlar hakkındaki filmlerden bana fenalık geldi artık. ve bunun romantik soslarla önümüze getirilmesinden. böyle bir konuyu ele alıyorsa bir film, bu insanların köksüzlüğünü yabancı bir memlekette turist olarak bulunmalarıyla açıklamamalı. kolaysa bireycilikle hesaplaşsın bakalım. evet kabul ediyorum samimi çabalar var, örneğin hanım kızımız (charlotte) hayatta ne yapacağına karar veremiyor. toplumsal konumunun kendine dayatmalarından bunalıyor. ya da bob harris her şeye sahip olmaktan muzdarip ve içindeki boşluk hissini dolduramıyor bir türlü. ama bunlar küçücük ipuçları olmaktan öteye gidemiyor filmin içinde. japonya teması ve getirdiği yalnızlık galip geliyor. bu açıdan bakılınca hafiften oryantalist bir bakış da var filmde ki bence oldukça rahatsız edici.

netice itibariyle, izledikten sonra "ee ne ki şimdi bu?" dediğim filmler arasında yerini aldı kendilerini. bütün sevenlerini tenzih ederim. belki de ben sinemadan hiç anlamıyorum, bu da mümkündür.

28 Ekim 2011 Cuma

eppur si muove

bugün düşünüp durdum kendi kendime, dünya yine de dönüyor ve hayat yine de devam ediyor. biz burda olsak da olmasak da dünya dönmeye devam edecek. o zaman aklıma geldi. engizisyon, galileo'ya dayattığında geri adım atmak zorunda kalmıştı teorisinden, canını kurtarmak için. ama işte onlar ne derse desin dünya yine de dönüyordu. evet biliyorum başlıktaki bu sözün (ki tam anlamı "yine de dönüyor"dur) galileo tarafından sarf edilip edilmediği tartışmalı ama bence onun ruhuna uygun bir cümle. o yüzden onunmuş gibi farz etmekte bir sakınca yok bence.

aynı cümle haggard'a da ilham kaynağı olmuş ki bu isimle bir albümleri de var. albüm kapağı da şahane.


yine aynı isimli şarkıları (her ne kadar metal günlerim artık gerilerde kalmış olsa da) güzel bence.

27 Ekim 2011 Perşembe

güzel bir şey yok mu?

aslında yazacak ne çok şey var. bir dakika durmuyor beynim, kafamda uçuşan düşüncelerden. çıldırmış bir dünyada yaşıyorum. ne görsem, ne okusam, neye elimi atsam içimi acıtıyor sonunda. bunların hiçbirini yazmak istemiyorum. adı üstünde ya, güzel şeyler olsun sadece. uzun zaman sonra dönüp baktığımda bu zamanları güzel şeylerle hatırlamak istiyorum, içimi yakıp geçen, göğsümün sol yanında kalıcı bir ağrıya neden olan şeylerle değil.

ama işte kolay değil o kadar. sabahtan beri zorluyorum kendimi şöyle neşeli bir şeyler okusam, dinlesem, biraz gülsem diye. henüz tam olarak başaramadım. başarana kadar da  bir şey yazmam buraya artık. öyle işte.

26 Ekim 2011 Çarşamba

i have a dream

"The ultimate weakness of violence is that it is a descending spiral, begetting the very thing it seeks to destroy. Instead of diminishing evil, it multiplies it. Through violence you may murder the liar, but you cannot murder the lie, nor establish the truth. Through violence you may murder the hater, but you do not murder hate. In fact, violence merely increases hate. So it goes. ... Returning hate for hate multiplies hate, adding deeper darkness to a night already devoid of stars. Darkness cannot drive out darkness: only light can do that. Hate cannot drive out hate: only love can do that." Martin Luther King Jr.





canım sıkılıyor, yüreğim daralıyor. bir de ağrılar sızılar eklenince, hayat bu aralar dayanması güç bir hale geldi. ama bazen böyle şeyler okumak bana umut veriyor. o yüzden bu akşam meşhur "i have a dream" konuşmasını okudum. içim aydınlandı.

25 Ekim 2011 Salı

society

into the wild'ı izleyenlerin büyükçe bir kısmı bu filmi insanın doğayla mücadelesi ve neticesinde yenik düşmesi olarak yorumlamayı tercih ediyorlar. ben öyle düşünmüyorum. bence bu bir vazgeçiş öyküsü. sahip olduğun, toplumun sana sahip olmanı dayattığı, talep ettiği her şeyden vazgeçebilmenin ve insanlığın özüne dönebilmenin öyküsü. biyolojik varoluşumuzun temellerine inebilmenin öyküsü.

insanlar kendi yaptıkları şeylerin esiri olmayı, kendi yaptıkları şeylerin altında ezilmeyi (bu ezilme yıkılan binaları düşündüğünüzde bazen mecazi olmaktan çıkabiliyor) sürdürdükçe, böyle vazgeçip gidenlerin sayısı artacak herhalde. yani en azından öyle umuyorum diyelim. ben yapabilir miyim? henüz değil. belki bir gün.

bence eddie vedder da filmin ne demek istediğini çok iyi anlamış  ki bu şarkıyı yapmış:





"society, have mercy on me"

24 Ekim 2011 Pazartesi

lady lazarus

I have done it again.
One year in every ten
I manage it-----

A sort of walking miracle, my skin
Bright as a Nazi lampshade,
My right foot

A paperweight,
My featureless, fine
Jew linen.

Peel off the napkin
O my enemy.
Do I terrify?-------

The nose, the eye pits, the full set of teeth?
The sour breath
Will vanish in a day.

Soon, soon the flesh
The grave cave ate will be
At home on me

And I a smiling woman.
I am only thirty.
And like the cat I have nine times to die.

This is Number Three.
What a trash
To annihilate each decade.

What a million filaments.
The Peanut-crunching crowd
Shoves in to see

Them unwrap me hand in foot ------
The big strip tease.
Gentleman , ladies

These are my hands
My knees.
I may be skin and bone,

Nevertheless, I am the same, identical woman.
The first time it happened I was ten.
It was an accident.

The second time I meant
To last it out and not come back at all.
I rocked shut

As a seashell.
They had to call and call
And pick the worms off me like sticky pearls.

Dying
Is an art, like everything else.
I do it exceptionally well.

I do it so it feels like hell.
I do it so it feels real.
I guess you could say I've a call.

It's easy enough to do it in a cell.
It's easy enough to do it and stay put.
It's the theatrical

Comeback in broad day
To the same place, the same face, the same brute
Amused shout:

'A miracle!'
That knocks me out.
There is a charge

For the eyeing my scars, there is a charge
For the hearing of my heart---
It really goes.

And there is a charge, a very large charge
For a word or a touch
Or a bit of blood

Or a piece of my hair on my clothes.
So, so, Herr Doktor.
So, Herr Enemy.

I am your opus,
I am your valuable,
The pure gold baby

That melts to a shriek.
I turn and burn.
Do not think I underestimate your great concern.

Ash, ash---
You poke and stir.
Flesh, bone, there is nothing there----

A cake of soap,
A wedding ring,
A gold filling.

Herr God, Herr Lucifer
Beware
Beware.

Out of the ash
I rise with my red hair
And I eat men like air.

music is music

buraya günlük muamelesi yapmamaya karar vermiştim ama zor bir kararmış meğerse. ergen moduna girmek istemiyorum ama bazen hayat kötü, insanlar kötü, her şey kötü, her şey berbat, dünya batıyor ve biz hiçbir şey yapamıyormuşuz, istesek de yapamazmışız gibi geliyor. böyle zamanlarda  düşünüyorum, bakacak güzel şeyler olmasa, okuyacak güzel kitaplar olmasa, dinleyecek güzel müzikler olmasa, sevdiğim güzel yürekli insanlar olmasa (ki en nadide şey budur) herhalde yaşamanın da bir anlamı olmazdı. çünkü pek çok kişinin aksine sadece nefes alıp verebiliyor olmak bana yetmiyor, yetemiyor.

işte bu ruh halimin fon müziği:

21 Ekim 2011 Cuma

sıdıka saka

gündelik konuşmalarımda kullandığım ve her seferinde kendi kendime kıkır kıkır güldüğüm bazı kelimeler ve kalıplar var (favorim: "hakketten"). bunların nereden çıktığını düşününce fark ettim ki hepsi bana sıdıka'dan miras kalmış. 15 sene olmuş neredeyse dizisi yapılalı, ben yazıları okumaya başlayalı ise çok daha fazla. dilime yapışıp kalması normal tabii.

yarım akıllı post modern ev kızı sıdıka saka'nın maceralarının elimin altında olmadığına çok yandım. o nedenle aradım taradım dizi fragmanını buldum. pek hoş. gerçi kabul etmem lazım ki diziyi izlerken hiçbir zaman yerlerde yuvarlanarak gülmedim, yazılarda olduğunun aksine. bu arada latif demirci'nin sıdıka saka tiplemesi de kendi başına bir klasiktir, belirtmeden geçmiim.

20 Ekim 2011 Perşembe

phyllis gordon

aşağıdaki fotoğrafı anothermag'de bulana kadar kendisinin kim olduğundan haberdar değildim açıkçası.

gerçi hala da tam olarak kim olduğunu öğrenebilmiş değilim, zira internette hakkında çok az bilgi var. ama meğerse, sessiz sinema dönemi aktrislerinden phyllis teyze yaklaşık olarak (kısa filmler de dahil olmak üzere) 52 filmde rol almış ve evcil bir çita beslemekteymiş.

yandaki fotoğrafın 1939 yılında çekildiği söyleniyor ama doğruluğu tartışılır elbet. o yıllarda peta yokmuş maalesef.

phyliss teyzenin filmografisi için imdb sayfasına bakabilirsiniz.





aşağıda o filmlerden nispeten daha yeni olanlarından birisinin, "Another Thin Man"in trailer'ını ekliyorum. oldukça sıkıcı bir filme benziyor. mehhhhh.



there is a light that never goes out

her zaman söylerim arabesk denilen şeyin dili, milliyeti olmaz diye. the smiths'in bu şarkısı da arabeskin her dilde aynı olduğuna dair çok güzel bir örnek bence. tabii smiths sağolsun, bütün şarkılarını neşeliymiş gibi yaptıkları için (en azından melodik olarak diyelim), gerçekten şarkının sözlerine dikkatinizi vermediğiniz sürece aslında altında nasıl da "damardan" verilen bir mesajın olduğunu anlamayabiliyorsunuz.

bugün tesadüfen karşıma çıktığında da düşündüm neden bu şarkıyı sevdiğimi. kazadan beri araba yolculukları beni huzursuz etse de, aslında ne çok severdim arabayla yapılan gece gezmelerini. hele şehirler arası yolsa. karanlık sakin yollar önünüzde uzanıp gidiyorsa. arabanın içinde tatlı bir serinlik varsa. bir de fonda güzel bir müzik. böyle gezilerde arabada duyulan o gece serinliğinin kokusu var bu şarkıda. işte bu yüzden çok seviyorum. çocukluğumun bütün renk ve kokularını sevdiğim gibi.

eh, o zaman dinleyelim bakalım:

we'll always have paris

casablanca'yı hala izlememiş olan varsa, çok ama çok ayıp ona.
dün akşam pinterest'te film afişi arşivi oluşturma çabalarım esnasında aklıma geldi. hatta olsa da yeniden izlesem dedim. bu filmin bence en ilginç yanı tipik amerikan filmlerinden farklı olarak, mutlu sonla bitmeyen bir  aşk hikayesi olması. belki onu bu kadar özel kılan da budur. kimbilir.

işte filmin en sevdiğim, hüngür foşur kendimi kaybettiğim sahnesinde geçen diyalog:

Rick: Last night we said a great many things. You said I was to do the thinking for both of us. Well, I've done a lot of it since then, and it all adds up to one thing: you're getting on that plane with Victor where you belong.
Ilsa: But, Richard, no, I... I...
Rick: Now, you've got to listen to me! You have any idea what you'd have to look forward to if you stayed here? Nine chances out of ten, we'd both wind up in a concentration camp. Isn't that true, Louie?
Captain Renault: I'm afraid Major Strasser would insist.
Ilsa: You're saying this only to make me go.
Rick: I'm saying it because it's true. Inside of us, we both know you belong with Victor. You're part of his work, the thing that keeps him going. If that plane leaves the ground and you're not with him, you'll regret it. Maybe not today. Maybe not tomorrow, but soon and for the rest of your life.
Ilsa: But what about us?
Rick: We'll always have Paris. We didn't have, we, we lost it until you came to Casablanca. We got it back last night.
Ilsa: When I said I would never leave you.
Rick: And you never will. But I've got a job to do, too. Where I'm going, you can't follow. What I've got to do, you can't be any part of. Ilsa, I'm no good at being noble, but it doesn't take much to see that the problems of three little people don't amount to a hill of beans in this crazy world. Someday you'll understand that.
[Ilsa lowers her head and begins to cry]
Rick: Now, now...
[Rick gently places his hand under her chin and raises it so their eyes meet]
Rick: Here's looking at you kid.

sevgili janis

aşağıdaki resmi bugün feysbukta gördüm, pek hoşuma gitti.


aslında resmin üzerindeki yazının doğrusu "ora pro nobis" olacak, yanlış yazmışlar. "bizim için dua et" manasında. bu vesileyle, sıradaki parça bütün janis abla severler için gelsin:

19 Ekim 2011 Çarşamba

woody

woody allen'ın son filmi "midnight in paris" i iki hafta kadar önce izledik. sağolsun kanyon'daki sinemaların koltuklarının bana yüksek gelmesi haricinde keyifli bir gün olarak kişisel tarihime geçti. evet film güzeldi. zaten buraya oturup film eleştirisi yazacak değilim, asıl olay filmin yıllardır gördüğüm en muhtikulade afişlerden birine sahip olması. afiş aşağıda.


merak eden olursa diye bu da imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt1605783/

lomo

bu aşağıdakileri  anothermag'de gördüm. fiyatını araştırmaya korkuyorum. lomo sen ne güzel şeysin.

ıstakoz yemek cinayettir.

pinterest

yeni bir site keşfettim: pinterest (site yeni değil de ben ancak farkına vardım diyelim). online pinboard deniyor. sevdiğiniz şeyleri (daha doğrusu görselleri) ekliyorsunuz. isterseniz bunları farklı başlıklar altında kategorize edebiliyorsunuz. internette gezinip fotoğraf, e-card vs. toplamaya bayılan ve bunları arşivlemek isteyenler için iyi bir fikir. ayrıca diğer üyelerin pinboardlarına da bakıp yeni şeyler keşfetmek mümkün. sevdim.

deneme bir ki

insanların günlük tutmak yerine blog yazdıkları çağda bir blogumun olmaması ayıp kaçtığından bari bu sayfayı açayım dedim. sadece beğendiğim, güzel şeyleri koymak için. sadece keyfim ve kahyası için. evet.