1 Kasım 2011 Salı

lost in translation

geçen gün sevdicekle konuşuyorduk da filmlerden, yönetmenlerden. tesadüfen konusu açıldı. pek sever lost in translation'u. ben de nedense pek sevmem. ona tam anlatamadım aslında neden sevmediğimi de sonradan düşündüm üzerine uzun uzun (gerçi benim pek haddime değil böyle oturup filmler hakkında ahkam kesmek ama neyse).

genel bir problem var insanlarda, köksüzleşmek. 2000'li yılların hastalığı diye düşünüyorum. görselliğin yazılı kültürü yenmesiyle, kültürel aktarımların artık yok olmaya yüz tutmasıyla alakalı büyük ölçüde. ya da dünya o kadar küçülüyor ki insanlar artık nereye ait olduklarını şaşıveriyorlar. tabi bütün bunları giderek yüceltilen bireycilikle de açıklamak mümkün herhalde, emin değilim. bu filmin ana teması da bu diyebiliriz (bence en azından). filmde iki yabancı, dünyanın öbür ucunda kendilerininkinden çok farklı bir kültürün içinde yapayalnız kalıyorlar. birbirlerine sığınıyorlar. film de bu sığınmanın öyküsü. o yüzden hem hüzünlü hem de sıcak, tatlı bir havası var.

buraya kadar bakınca iyi güzel de, bu "köksüz", "kalabalıklar içinde yalnız" insanlar hakkındaki filmlerden bana fenalık geldi artık. ve bunun romantik soslarla önümüze getirilmesinden. böyle bir konuyu ele alıyorsa bir film, bu insanların köksüzlüğünü yabancı bir memlekette turist olarak bulunmalarıyla açıklamamalı. kolaysa bireycilikle hesaplaşsın bakalım. evet kabul ediyorum samimi çabalar var, örneğin hanım kızımız (charlotte) hayatta ne yapacağına karar veremiyor. toplumsal konumunun kendine dayatmalarından bunalıyor. ya da bob harris her şeye sahip olmaktan muzdarip ve içindeki boşluk hissini dolduramıyor bir türlü. ama bunlar küçücük ipuçları olmaktan öteye gidemiyor filmin içinde. japonya teması ve getirdiği yalnızlık galip geliyor. bu açıdan bakılınca hafiften oryantalist bir bakış da var filmde ki bence oldukça rahatsız edici.

netice itibariyle, izledikten sonra "ee ne ki şimdi bu?" dediğim filmler arasında yerini aldı kendilerini. bütün sevenlerini tenzih ederim. belki de ben sinemadan hiç anlamıyorum, bu da mümkündür.

1 yorum:

  1. Filmi tanımlarken bile ne kadar güzel olduğunun, amacına ulaştığının ve özündeki hislerin ipuçlarını veriyorsun:

    "filmde iki yabancı, dünyanın öbür ucunda kendilerininkinden çok farklı bir kültürün içinde yapayalnız kalıyorlar. birbirlerine sığınıyorlar. film de bu sığınmanın öyküsü. o yüzden hem hüzünlü hem de sıcak, tatlı bir havası var."

    Benim üzerine uzun uzadıya çok şey söyleyebileceğim gibi James Berardinelli'nin filme dair makalesinden yapacağım alıntı senin fikirlerini güçlendiriyor ve pekiştiriyor:

    "Lost in Translation is smart and perceptive about how people interact on a personal level. It portrays the disorientation of the two main characters flawlessly. They are two normal individuals who might not offer each other more than a smile under ordinary circumstances, but, put together in a place where they don't understand the language or customs and have no one else to turn to, their attachment is potent. In a strange sort of way, Lost in Translation reminded me of Lina Wertmuller's Swept Away, where two characters discover that the intensity of their relationship is predicated upon their circumstances. Take them off the island where they are marooned, and it all evaporates. The situation is similar here. The closeness shared by Bob and Charlotte is likely not something that would survive in "the real world." Will it get a chance? The screenplay cleverly leaves the decision up to the viewer."

    Filmi izlediğin zaman ki ruh halin ya da kendi kendine oluşturduğun 'eğer klasik değilse sıkıcı olana tereddütlü yaklaşma' prensibin yüzünden filme mesafelisin. Oysa iyi bir film olduğunun sen de farkındasın. Çünkü karşımızda katıksız bir sinema var. Yabancılaşma, atomize bireyler haline gelme ve kendi kendine kaldığında bundan memnun olmama-mutsuz olma çağımızın vebası. Lost in Translation'da bunu anlatıyor işte. Güzel anlatıyor hem de.

    Sen özünde iyi bir sinefilsin hiç inkar etme =)

    YanıtlaSil